Overblog
Editer l'article Suivre ce blog Administration + Créer mon blog
Garibname

Tout ce qui passe dans mon cœur et qui me touche peut être l'objet de mes articles... Gonlumden geçip hissettigim hersey bu yazilarin konusu olabilir..

AVRUPA’YA GÖÇ VE DEVLET REFLEKSİ

Avrupa’ya göçün 50.yılı dendiğinde muhtemelen çok klasik şeyler aklımıza gelir. Gurbet, hasret, itilmişlik, kakılmışlık vs. Aslında bu itilmişlik durumunun, göçün ilk 10 yılı için geçerli olsada, geride kalan 40 yılı için sadece silik varlığımıza bir bahane olduğunu görürüz. 1960’lardan itibaren Avrupa’ya bir gün geri dönmek hesabıyla giden hayatların pek çoğu ne dönmeyi başarabilmiş ne de bulunduğu yere bağlı kalmayı ve oralı olabilmeyi.

Avrupa’ya uyum sorunu konusunda binlerce sosyal ve kültürel sebep sayabiliriz. Ama hep görmezden geldiğimiz en önemli sorunsallardan biride Türkiye Cumhuriyeti devletinin göç ile giden vatandaşlarını sahipleniş tarzıdır. Nitekim 60’larda ki devlet muvazenesiyle 2000’li yıllarda çok bir şey değişmediği gibi, kültürel açıdan Türkiye’yle bağlantısı kopan göçmen kitlesi arasında ki makas farkı ciddi manada açılmış, kültürel güncellemenin yokluğunda devlet mekanizması buna bir önlem almak yerine, genel itibariyle göçmenlerin ekonomik birikimlerini memlekete devşirme modelli duygusal icraatler geliştirmiştir. Bunlardan birisi merkez bankalarında ki « İşçi Hesapları » dır. 1976 yılında açılan bu hesaplar herşeylerini dönmeye programlayan göçmenlerce ilgi görmüş ama gelişen teknoloji ve rekabet ortamıyla önemini yitirip 2014 yılında yayınlanan bir genelgeyle kaldırılmıştır.

Devlet bu ekonomi merkezli politikayla, asıl sorunları göz ardı etmiş ve sadece Avrupa’yı ziyaret eden Türk politikacıların popülist söylemleriyle yetinmiştir. Bunlardan en banal olanı « entegre olun ama asimile olmayın »dır. Nedense politikacılar bunu söylerken Avrupa hapishanelerde ki göçmen sayısı hep artmıştır. Davutoğlu dış işleri bakanıyken 2013 yılında verdiği bir demeçte Almanya hapishanelerinde 3600 Avrupa genelindede 6200 Türk oldugunu belirtmistir. Asimile olmayın derken ne denilmek istendiği hep muğlaklık konusu olmuştur. Zira fransızca’da ki manasıyla assimilé Türkçe’dekine göre daha az agresiftir. Yine devlet aklinda asimile olmamak demek, yatirimlarini sadece Turkiye’ye yapmak ve paralarini Turkiye’ye yatirmak seklinde ele alinmisitir.

Devlet genel anlamda politika geliştirmediği gibi, 2000li yıllarda başlayan yeşil sermaye soygununu onlemede etkili bir rol oynayamamış ve binlerce göçmenin kaba tabiriyle ütülmesini seyretmiştir.

Konsolosluk ve kültürel temsilcilikler için ise algı, 90li yılların Türkiyesin deki SSK hastaneleri olmuştur. Son yıllarda şartların iyileşmesi konusunda mesafe katedildiğini söylesekte türk bürokrasisinin « hizmet verenin hizmet alandan üstündür » anlayışını yıkamadığı görünen bir gerçektir.

Hic bir zaman 23 nisan gunu tertip edilemeyen kulturel manada senenin en buyuk programlari 23 nisan genclik ve cocuk bayramlari, en buyuk kulturel organizasyonlar olmustur. Devlet imkanlarina ragmen bu derece amator programlarin hazirlanmasi, iceriginde ki tiyatral ogelerde cocuklara asker kiyafeti giydirilip dusman ! fransiz askerine karsi savastirilmalari ve dahasi sekuler-laik bir devletin tum etkinliklerini cami gibi dini mecralar uzerinden gerceklestirmeleri bu yapisal eksikligin en can alici noktalaridir. Bununla birlikte, kokteyl, resepsiyon tarzi programlarda ki muhatap olunan kitle ve camiler cevresinde toplanan kitle arasinda ki sosyal ve davranissal farklar bariz bir bicimde goze carpmakta ve bu iki sosyal katmanin birbirlerine ozenle karistirilmadiklarini gormekteyiz.

80’lerin başında göçmenler konusunda herhangi bir rasyonel çalışması ve altyapısı olmayan yurtdışı temsilcilikleri, göçmenlerin kendi çabalarıyla açtıkları camiler üzerinden tabana yayılma yolunu denemiş ve bu şekilde de kalmıştır. Hala Türkiye’den getirilen öğretmenler cami derneğiyle çalışıp öğrenci bulmak zorunda oldukları için ve imamlarda statüleri belirlenemediği için yapısal karşıklıklara sebep olmaktadırlar. Fransız yasalarına bağlı bir kurum gibi gözükselerde perde arkasında konsolosluğa bağlı devletçi bir yapıya bürünmüş bu da yerel makamları pek çok zaman rahatsız etmiştir. Tabana yayılma konusunda türk göçmenlerin açtığı dernekler ilgi görünce, çoğu zaman onları sahiplenme, bir çatı altında toplama, bir ast-üst ilişkisi geliştirme çabasına girdiğini ve devletin kendi temsilcilikleri bünyesinde kendisine bir çatı rol belirlemeye çalıştığını görmekteyiz.

Diğer bir unsurda, temsilciliklerin, konjonktür ve değişen hükümetlere bağlı olarak hukuki eşitlik zemininden kayarak dinsel , kültürel ve etnik göçmen gruplarına farklı zamanlarda farklı tepkiler geliştirmesidir.

En nihayetinde, asıl sorun devlet aklında burada ki vatandaşlarının ne olursa olsun işçi ve tarım toplumu olduğu algısıdır. Bu -lapsus révélateur – bilinçaltı söylem, « işçi hesabı » derken kendini gösterir.

2007 yılında Türkiye’den dönerken gümrükte beklemediğim şekilde benden çıkış harç pulu istendiğinde çok şaşırmıstım. 10 yıllık oturum kartımı göstermiş ve Fransa’da yaşadığımı ispatlamaya çalışmışıtım. Olayın asıl garip tarafı, görevli memurun bunun bir daha başıma gelmemesi için konsolosluğa gidip « işçi veya işçi çocuğudur » mührü vurdurmam gerektiğini söylemesiydi. Kendimi Hindistandaki kast sistemi gibi bir şeye ait hissetmiştim. Günlerce kendi kendime acaba devlet aklında ben mühendis, doktor, avukat olabilir miyim yoksa işçi olarak kalmak zorunda mıydım ? Olsun ne olacak ki ? Ne de olsa isci hesaplarimiz vardi…

Partager cet article
Repost0
Pour être informé des derniers articles, inscrivez vous :
Commenter cet article