Overblog
Editer l'article Suivre ce blog Administration + Créer mon blog
Garibname

Tout ce qui passe dans mon cœur et qui me touche peut être l'objet de mes articles... Gonlumden geçip hissettigim hersey bu yazilarin konusu olabilir..

EĞİTİMDE GERİ TÜRKLÜKTE İLERİ OLMAK…


1960’ların sonlarından, yani Fransa’ya yurdumuzdan ilk göç dalgasının başlamasından itibaren bugüne kadar 40 kusur yıl geçti. Aslında cümleyi rivayet kipinde çekip « geçmiş » demek belki daha doğru olurdu zira bu geçen 40 kusur yılı biz görmedik ; görseydik de zaten ve maalesef hiç geçmemiş de sanki herşey ilk günkü gibi diyecektik. Nitekim 40 yıl önce nasıl geldiysek hala öyleyiz ; geldiğimizde okuma yazma oranı ve eğitim seviyesi düşük bir işçi tabakasıydık. Bugün ise değişen tek şey okuma yazma bilen bir işçi tabakasını oluşturmamız. Aslında bir göç toplumunun yaklaşık yarım asır boyunca bu denli yatay bir ilerleme kaydettiği başka bir memleket ya da göçmen kitlesi var mı ben bilmiyorum. Ama eğer varsa da bu olsa olsa Amerika’daki Amisler olabilir…


Aslında meseleye kınaye ile yaklaşıp ‘beyaz Türk’ tavrı takınmak gibi bir niyet beslemiyorum lakin Fransa’da öncelikle Türk çocuklarını ve Türklerin geleceğini ilgilendiren eğitim hususunda bir şeyler yapmaya çabalıyorsanız ve bu çabanın sonrasında gördüğünüz tepki yarım yüzyıl öncesinin kırsal kökenli insan tepkisiyse, yaptığınız işin kudsiyetinin yüzü suyu hürmetine susuyor ve sadece kınaye yapma yolunu seçiyorsunuz.


Bulunduğunuz toplumda bir yeriniz ve hacminiz yok ise, başkaları tarafından muhatap alınma duygunuzu ilgi çekme ya da kendinizi gösterme yoluyla bastırırsınız. Elbette bu son söylediğim bir tez veya sav değil. Bunu görmek için bir ülkede yabancı olmaya gerek yok; Türkiye’de örneğin eğitim seviyesi düşük kesimlerde dahi bunun yansıması ya arabesk dediğimiz müziği dinlemek yada incir çekirdeğini doldurmayacak bir tutkuya sıkı sıkıya bağlanmak - futbol takımı veya bir ünlüyü aşırı sevme gibi- şeklinde görülebilir. Fransa’da ya da genel manasıyla Avrupa’da da bunun en açık örneği elbette göçmenler ve bahis mevzu olan biz Türkleriz. Yolda yürürken en alasından fiyakalı bir araba ve arkasında yazan bir memleket özlemini görebiliriz. Örneğin ilk kısmındaki en güzel arabaya binme dürtüsü kendini kabul ettirme , ikinci kısmı ise bastırılmışlık ve en cılızından “ben de buradayım param var ama sesim ancak bu kadar çıkıyor zira bundan gayri toplumla aramda bir bağ yok” algısından öte hiç birşey değildir. Bu duygunun en şiddetlisi de hemşehriciliktir. Bölünmüşlüğün zaten aşikar olduğu arabesk gurbet toplumunda yeni bir bölünmüşlük oluşturma ,farkında olmadan kendiliğinden doğan bize özgü mazoşist bir haldir. Dolayısıyla gördüğünüz ilk Türke adından sonra memleketini sormanız onun size ve sizin ona ne kadar ait olduğunuzla ilgilidir. Hatta asıl olanı kendileştirmek ve yabancının en alası kendisiyken kendinden öte her unsuru yabancı görmek bir Türk meziyetidir. Yanılmayı ne de çok isterdim lakin bir anket yapılsa on tane değil Fransız arkadaş, tanıdığı çıkan Türk göçmen sayısı belki iki elin parmağını geçmeyecektir. Kendimizi tanıtmadığımız sürece kimse bizi tanımayacaktır, ve biz bir ömür boyu üzerimizdeki sıradan göçmen yaftasıyla tanınacak ve bunun sorumluluğunu yine çocuklarımıza ödetmekle kalacağız.
Bu duyguların en yoğun yaşandığı başka bir kronik durum da, gençlerin büyük bir şevkle ve zevkle giydikleri “biz osmanlı torunuyuz, 1453 İstabul vb” şovenizm dolu ve sadece giyenden başka hiç kimseye bir anlam ifade etmeyen ve giyilince kendisini Osmanlı yeniçerisi zannettiren (!) t-shirtler ve boyunlardaki, aman bizi Ermeni veya Yunan sanmasınlar! diye takılan (kanımca böyle bir durum… zira gördüğüm her on gençten altısı takıyor) ay yıldız kolye takma durumudur. Bu durum yine toplumda mevcudiyetimizi pekiştirme ve “köşe adamın dedesinin sakalıyla” övünmesi durumuna en güzel örnektir.


Bu sayılanların eğitimle doğrudan bir alakası yok gibi görülebilir. Ama bir parelellik arz ettiği aşikardır. Zira bahis mevzuu olan kitle, kusurunun yekünü kendinde olmasa da, bugüne kadarki eğitim durumuyla bunu gözler önüne sermektedir. Eğitim seviyesi ve sosyal paylaşım alanı arasında ciddi bir doğru orantı vardır, ve bu bağ ne kadar farklı insan tipiyle çeşitlenirse, bir o kadar bu tip totemlere bağ azalmaktadır. Bu ters orantının tezahürü, aynı ortamı paylaşmadığınız sizi tanımayan bir Türkün sizi daha önce kahvede hiç görmediğini söylemesinde kendini belli etmektedir. Zira bir Türk ile sadece kahvede karşılaşılabilir ama kütüphanede değil tarzı bir mefhum ancak olmaması gereken ama artık doğal olan bir temayülden kaynaklanmaktadır. Bu doğal durum daha da başka bir atipik doğal durum oluşturmakta, toplumda kendini saklayan veya sizin mumla aramak zorunda kaldığınız üç veya beş tane üniversite okumuş, belli bir mesleğe erişebilmiş, kendini saklayan, suya sabuna dokunmayan Türkler sorununu doğurmaktadır. Bu sorunun bize bakan yönüyse , eldeki avuçtaki üç beş tane nitelikli ve hasletleri olan insan gücünün yetersizliği ve sosyal projelerin olması gerekenden daha yavaş gitmesi şeklinde kendini göstermesidir.


Zamanın bize yakın gelecekte neler göstereceği konusunda müneccim değiliz. Üç nesildir devam eden elde var sıfıryaklaşımından uzak durmaya çalışıyoruz. Geçmişe bakıp yeis girdabına girmekten korkuyoruz. Köylü geçmişimizin yahut dedelerimizin okumamış olmasının ne onları sorumlu tuttuğunu ne de üzerimizden sorumluluğu attığını vicdanı olarak biliyoruz. Köylü olmayı değil köylü kalmayı redediyoruz. Kebapçılık ve inşaat işçiliğinin genetik yollarla nesilden nesile geçmediğini ve bunun yazılı bir kader olmadığını ispatlamaya çalışıyoruz.


Kanuni devrinde ve daha da uzun süre, Avrupa’da Türk gibi giyinmek, yemek, içmek ihtişamın esamesiydi . Voltaire Candide’de, Montesquieu Les lettres Persanes’da, Moliere Kibarlık Budalaşı’nda ve daha pek çok Fransız yazar eserlerinde bazen kıskançlıkla karışık eleştiri dahi de olsa, bu ihtişamdan bahsederler ve bu üstünlüğü kabul ederler. Avrupa’nın atalarımıza özentisini görmek isteyenler, Oryantalist akıma ait Sorbonne’un bir enstitüsü olan İnalco’nun rue de Lille’deki binasına gidip Osmanlı sarıklı ilk oryantalistlerin kabartmalarını duvarlarda görebilirler. Haliyle birilerine kendini kabul ettirmek boynumuza taktığımız ay yıldızla değil, ama senkronize bir şekilde gelişen eğitim, bilim, sanat ve katılımcı toplum anlayışıyla oluyor.

Partager cet article
Repost0
Pour être informé des derniers articles, inscrivez vous :